Kapitalizm kendine rağmen nasıl ayakta kalıyor?
Salgın günlerinden önce okuduğum Peter Fleming’in Çalışmanın Mitolojisi adlı kitabının alt başlığında bu soru geçiyor: “Kapitalizm kendine rağmen nasıl ayakta kalıyor?” Şimdi düşünüyorum da galiba kitabı tam da kapitalizm için ilginç bir geçiş döneminde okumuşum. Çünkü Serdar Kuzuloğlu’nun Youtube kanalındaki videoyu izlerseniz, kitabın arka kapağındaki soru birazcık şuna dönüşüyor: “Kapitalizmin sonuna mı geldik?”
Yanlış hatırlamıyorsam Çalışmanın Mitolojisi kitabını Serdar Kuzuloğlu’nun konuk olduğu bir programda aktardığı tavsiyeleri arasında gördükten sonra almıştım. Yer yer güzel bölümleri olan ama okuyup bitirmekte zorlandığım bir kitap oldu Çalışmanın Mitolojisi. Bu nedenle önemli gördüğüm bu bölümlerle ilgili alıntılar da yaparak ilerlemeye çalışacağım yazının devamında.
Kitabın ilk sayfalarında çalışma kavramından şöyle bahsediliyor:
“Çalışmanın yaşadığımız çağın yeni yanlış evrensellerinden biri haline geldiğini ileri sürmek abartılı olmaz. Bu kitapta bunun neden böyle olduğunu, bu konuda neler yapabileceğimizi anlamaya çalışıyoruz, çünkü işlerin doğal hali hiçbir şekilde böyle değildir. Bugün neden bu kadar fazla çalışıyoruz ve çalışmanın ötesinde bir yaşam görmekte gerek kişisel gerek siyasal anlamda neden zorluk çekiyoruz?” (Çalışmanın Mitolojisi, Syf:8)
Kitaptaki şu pasajda anlatılanları da çok kıymetli buluyorum. Şöyle uzunca yer vermek istiyorum bu bölüme:
“Bir iş sahibi olacak kadar ‘şanslı’ olanlarımız, çalışmanın bize yaptıklarından o kadar sıkılmışızdır ki, çalışmanın yarattığı patolojilerle ilgilenmek üzere koca bir sektör doğmuştur. İstediğimiz ya da sevdiğimiz için değil, fazla bir alternatif olmaksızın bir hayat tarzı haline geldiği için çalışırız. Bu ideolojik genelleştirme, neoliberal kurumların, çılgınca bir hızla devam eden yararsız çabalamayı aynı hızda tutmak için kullandığı kilit bir yönetişim stratejisidir. Çalışma omuzlarımıza bindirilmiş bir portmanto haline gelmiştir, olumsuz enerjisi çevremizdeki her şeyi aç bir kara delik gibi yutmaktadır.” (Çalışmanın Mitolojisi, Syf:33)
Bu tanımları da okuduktan sonra bazen “çalışma” konusuna çok mu anlam yüklüyoruz acaba diye düşünmüyor değilim. Futbolcu mu Olmak İstersin CEO mu? yazımda şu soruyu sormaya çalışıyordum: “Sevdiğin işi mi yapıyorsun yoksa yaptığın işi sevmeye mi çalışıyorsun?” Belki de sevmediğiniz ve hiçbir zaman da sevemeyeceğiniz bir işte çalışıyorsunuz. O zaman her şey ne uğruna? Sadece para mı? Şu an kazandığınız parayı hiç çalışmadan kazanıyor olsaydınız boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirdiniz? Yine çalışmaya devam eder miydiniz? Evetse, aynı işi yapmaya devam eder miydiniz? Ben bu aralar oturup okuduğum kitaplar ve izlediğim filmler üzerine içerik üretmek istiyorum mesela ve son derece keyif alıyorum bundan. Ancak sabit bir gelire hala ihtiyacım var, bu kaynak durduğu zaman yaşantım zorlaşmaya başlıyor bir anda. Sorduğum bu soruları irdeleyen bir de film var, 1999 yılı yapımı Office Space (Ofis Çılgınlığı) filmi. Henüz izlemediyseniz lütfen izleyin bu filmi 🙂 2011 yılından beri kurumsal şirketlerde çalışıyorum ve bundan 21 yıl önce çekilmiş olan bu filmde hala kendimden çok şey buluyorum (sırf 1:51’deki kült sahne için bile izleyebilirsiniz 🙂 )
Konuyu çok dağıtmadan Çalışmanın Mitolojosi kitabına geri dönelim. Kitabın ilerleyen sayfalarında yazar kitabın asıl odak noktasından şöyle bahsediyor:
“Bu kitabın başlıca odak noktası, bizi yaşanmaz bir hayat ile aynı hayatı süreceğimiz bir gelecek arasında asılı tutan kapitalist kördüğümü nasıl çözebileceğimiz sorusudur. Çalışmanın olmadığı bir dünya neye benzerdi?” (Çalışmanın Mitolojisi, Syf:76)
Akıllı telefonlar ve dizüstü bilgisayarlar teknolojik olarak çok çok önemli gelişmeler ancak bu araçlar nedeniyle “çalışanlara her an ulaşılabilir olma” beklentisi doğduğundan artık çalışmanın günlük yaşantımıza sinsice sokulması kolaylaştı. Hatta günümüzde 7/24 ulaşılabilir ve acil durumlarda şirket bilgisayarlarımıza bağlanabilir olmamız bekleniyor ve hepimiz birer nöbetçi çalışan olmaya başladık, hem de iş dışındaki zamanlarda ücret almamamıza rağmen. İşin kötüsü, çalışma arkadaşlarımız mesaiye kaldığında biz de onları yüzüstü bırakmamak için işimiz olmasa bile onlarla mesaiye kalmaya başlıyoruz.
Ha bir de şimdi “esnek çalışma” modelinden bahsediyor kitap. Diyor ki “Esnek çalışma nedeniyle sizden asıl beklenti hep çalış. Akşam çalış, hafta sonu çalış, yeter ki çalış!” Kitapta bu olayların tümüne şöyle bakılıyor; biz çalıştıkça “zengin daha çok zengin oluyor”. Burada elbette şirket sahipleri kastediliyor. Çalışanlardan ne kadar çok verim alınırsa, kendileri de o kadar çok para kazanacak ve daha da özgürleşecekler. Ne demişler, kasa her zaman kazanır! Maalesef vergilendirme politikası da zengin patronları daha çok zengin etme eğiliminde kurgulanmış şekilde. Eğer çalıştığınız işten zevk almıyorsanız ya da yaptığınız iş size pek de anlamlı gelmiyorsa, kitapta paylaşılan bu düşünceler beyninizi kemirmeye yeterli sebepler gibi görülebilir.
Cal Newport da Dijital Minimalizm kitabında yıllar içinde iş ile hayat arasındaki sınırlar esnedikçe işlerimiz daha zahmetli hale geldi ve giderek daha çok sayıda insan Aristoteles’in mutluluk için elzem saydığı yüksek kaliteli boş zaman faaliyetlerinden mahrum kaldı diyor.
Kitapta değinilen bir konu da iş için hayati önem taşıyan şeyleri (giyecekler örneğin) kendi cebimizden ödememiz. Üst düzey yöneticilerle gireceğiniz bir toplantıda kıyafetinize özen göstermeniz gerekir ne de olsa. Bu da yeterli değil, her gün aynı ayakkabıyı mı giyiyor acaba diye bakan iş arkadaşlarınız da cabası!
Çalışma için şöyle bir benzetme yapılıyor kitapta; atalarımız avlanıyordu, bizse çalışıyoruz. Peki neden? “Hayatta kalma” uğruna. Eski çağdaki insanların hayatında ölüm her an olabilirdi, bizse onlara nazaran daha şanslı bir durumda sayabiliriz kendimizi (maden işçileri için maalesef her an tehlike var hala). Peki gün geçtikçe daha mutlu olmayı başarabiliyor mu insanlık? Sapiens ve Homo Deus kitaplarının yazarı ve tarih uzmanı olan Yuval Noah Harari’ye göre öyle dramatik bir mutluluk artışı yok eski dönemlere kıyasla.
Para mevzusuna tekrar dönelim. Terfiler, maaşımıza yapılan zamlar bizi kısa süreli mutlu eden değişikliklerdir. “Para hırsı kötü hayatın örneklerinden biridir, bir kere bu tuhaf arzu matrisine yakayı kaptırdık mı, sahip olduklarımız asla yetmez ve tatmin olma noktasına ulaşamayız.” diyor yazar. Yüce Zerey’in kitaplarında da benzer ifadelere rastlamıştım. Yeni mezun genç, üniversite çağında istediklerini alamadığından, çalışma hayatında ilk maaşını kazanmasının ardından giriş seviye markalardan alışveriş yapmaya başlar; kazancı arttıkça bir üst markaya geçer; ve arttıkça bir üstüne. Biz de bu yollardan geçtik dercesine anlatır kitabında. Okudukça biz de hak veririz, “Ee bize de aynısı oluyor. Sonumuz Ege’de bitecek galiba?” diye düşünmeye başlarız. Aldığımız gereksiz eşyaları ve içinde bulunduğumuz hayatı sorgulamaya başlarız.
Bizi tatmin edecek şey sadece “para” ise, bir ücret ödenen işçiler gün ortasında çalışmayı bırakır diyor yazar. Gerçekten de öyle değil mi? Hemen boyacı gelsin aklınıza. En sık yaşanan örnek bu galiba. Parayı peşin verirseniz eyvahlar olsun, artık ne zaman biter ya da biter de hangi kalitede biter boya işi tam bir muamma.
Vardiyalı işlerde çalışan arkadaşlarıma ve yakınlarıma genelde hep üzülerek bakmışımdır. Kitapta da “gece vardiyasında çalışan” kişilerin yaşayacağı olumsuzluklardan bahsediliyor. Beden saati (biyolojik saati), uyku düzeni bozulduğu için hastalıklara davetiye çıkardığını söylüyor yazar. October Sky (1999) filminde, babası gibi bir maden işçisi olmak istemeyen, roket yapmak gibi bambaşka hayalleri olan bir öğrenciyi canlandıran Jake Gyllenhaal da filmde bir süreliğine mecburen bu tatsız, asla kendini tatmin edemeyecek vardiyalı bir işte buluyordu kendini.
Hastalık demişken bu kısmı da genişletelim hemen. “İnsanlar çalışmayı bırakmayacak kadar hastadır.” diyor yazar. Hastalandığımızda ise keyifli anlar bizi beklemektedir diyor. Raporu aldıktan sonra istediğiniz filmi seyredebilir ya da uzun süredir okumak istediğiniz o kitabı okumaya başlayabilirsiniz 🙂 Hastalık bir anlamda çalışma hayatından kısa süreliğine de uzaklaşmak için ara ara yakalanmak istediğimiz bir durum. “Kendim için fazladan zamanı, ancak ve ancak hastalık geldiğinde, istemeden çalışamaz olduğumda kazanırım. Bir grip başlangıcında sevinmek tuhaf şeydir.”
İş yerleri, sıkı bir düzene tabi olan hapishane ortamına benzetilmektedir. Ücretli bir işe girdiğimizde, başka biri yasal olarak zamanımızın büyük bir bölümünün sahibi olur.
Kitabın bir bölümünde Parkinson Kanunu’na değinilmektedir. Kısaca, bir işe yapmamız için bize 8 saat verilirse, bu işi genelde başarmak 8 saat sürer. Aynı iş için 3 saat verilirse, büyük ihtimalle başarmamız 3 saat sürer. Bu yoruma göre aklıma neden günde 8 saat (işe gidiş geliş ve yemek molalarını katınca 9+ saat) ya da haftada neden 5 gün çalışıyoruz hala diye sorasım geliyor. Yakın zamanda bazı ülkeler (sanırım başta Finlandiya) haftadaki çalışma gün sayısını azaltmak istiyordu. Evrensel bir karara doğru gider miyiz acaba bir gün?
Yazının sonuna gelirken, bu kitapta benim de sıkılmaya başladığım kurumsal hayattan çok şey bulduğumu söylemeliyim. Bazen iş yerlerinde öyle gereksiz şeyler yaşanıyor ki insan bunalıyor, bir anda istifayı basıp her şeyden kaçası geliyor. Bitmek bilmeyen Whatsapp yazışmaları var bir de 🙁 Evrensel Gelir Modeli de sanki şimdilik bir ütopya gibi ama yine de böyle bir model olsaydı keşke dediğim anlar çok oluyor. Buna ucundan da olsa “Süper İnsan” Kitabı, Yapay Zeka ve Cyborglar yazımda değinmiştim.
Başkalarının işlerinde çalışmak bazen gerçekten tatsız tuzsuz bir olay. Çalışmanın Mitolojisi kitabında da genelde olumsuz olan yönlerini sıkça göreceksiniz. Eğer çalışma hayatındaysanız zaten kitabı okurken kendinizden çok şey bulmanız muhtemel. Ah bir de “Kurumsal Kobaylar” kitabı var sırada. Başka bir yazıda o kitaba da yer vereyim de topluca iş hayatından soğuyalım 🙂 Her şey bu kitapta aktarıldığı gibi olumsuz olmak zorunda değil tabii. Belki işinizi çok severek yapıyorsunuzdur ne dersiniz?
Medium’da yazılarımı takip etmek isterseniz: medium.com/@sel.volkan
Görsel Kaynaklar:
- Unsplash.com
- IMDB