Zümrüt övülmediği zaman değer mi kaybeder sanki?
Bu yazıda önceliğim aslında Alain De Botton’ın Statü Endişesi adlı kitabının bana düşündürdüklerinden bahsetmek; ancak konusu ve tarihsel önemi gereği yazının başlığında Gogol’a yer vermeseydim kendisine büyük haksızlık olurdu.
İnsanın bu toplumda sevilme, yer edinme, onaylanma, kabul edilme ve saygı görme çabası. Hayatımız boyunca bitmeyecek gibi görünen ihtiyaçlarımız…
Statü Endişesi okuması kolay, öğretici ve keyifli bir kitap. Son dönemde okuyup tavsiye edebileceğim kitaplar arasında ilk sıralarda diyebilirim.
Gelin önce temel kavramlar ile başlayalım. Alain De Botton, Statü Endişesi kitabında statü için aşağıdaki tanıma yer veriyor:
Statü, kişinin toplumdaki konumunu ifade eder. Dar anlamıyla, kişinin bir gruptaki resmi ya da mesleki duruşunu belirtir. Geniş anlamıyla, kişinin dünyanın gözündeki değerini, önemini ifade eder. (Statü Endişesi, Syf:7)
Statü Endişesi de toplumun bize dayattığı başarı kavramının içini dolduramayacağımız, bulunduğumuz konumun her an bir alt basamağına düşebileceğimiz ve sonuç olarak mutsuz bir birey olabileceğimiz düşüncelerini çoğu zaman aklımızdan çıkaramadığımız bir endişe anlamına geliyor.
Yazar bu tanımları yaptıktan sonra yüksek statü üzerinde bir konuyu özellikle vurguluyor. Yüksek statüye layık görülen gruplar tarih boyunca toplumlarda farklılık göstermiştir diyor. Örneğin ilk çağlarda avcılar önemliyken, ilerleyen dönemlerde savaşçılar büyük önem kazanmıştır. Yine din çoğu toplum için oldukça önemli olduğundan rahipler yüksek statüde görülmüştür. Yazar bu tarihsel sıralamada son olarak, 1776’dan günümüze kadar bakıldığında ise yüksek statü ölçütünün daha çok maddi başarıyı yakalamak olduğunu söylüyor. Yazarın kitapta verdiği bu tarihsel bölümler benim en çok beğendiğim bölümlerdendi diyebilirim.
Alain De Botton, statü endişesinin nedenlerini aşağıdaki şekilde 5 (beş) başlık altında topluyor:
- Sevgisizlik
- Snopluk
- Beklenti
- Meritokrasi
- Güven
Bu endişeyi dindirmek için de çözümleri aşağıdaki şekilde yine 5 (beş) başlık altında topluyor:
- Felsefe
- Sanat
- Politika
- Hristiyanlık
- Bohemlik
Statü Endişesinin Nedenleri
Statü sahibi olamayan bireylerin, toplumların gözünde birer “hiç” olarak görüldüklerini söylüyor Alain de Botton. Alçak statü kendimize olan saygımızı yerle bir eder diye de ekliyor. Bu iki cümle bile statü endişesinin üzerimizde ne derece olumsuz etkiler bırakabileceğini söylemeye yetiyor neredeyse. Kendimize olan bakışımızı belirleyen şey genelde başkalarının bizimle ilgili ne düşündüğüdür. Hani hep duyduğumuz söz var ya “Elalem ne der?” diye. İşte bu düşüncelerden kurtulamadığımızdan statü endişemizden de kurtulamıyoruz.
Snopluk belki de ilk kez bu kitapta duyacağınız bir kavram olabilir. İlk olarak 1820’lerde Oxford ve Cambridge üniversitelerinde sıradan öğrencileri aristokrat öğrencilerden ayırabilmek için “soylu olmayan” anlamında kullanılmış. Kısa bir süre sonra da yüksek statünün yokluğundan rahatsız olan kişiler için kullanılmış. Yazar, kitapta bu konuda 1892 tarihli bir Punch karikatürü örneği veriyor. İki kızı ile parkta yürüyen bir anne, kızlardan birinin “Anne! Spicer Wilcox’lar yanımızdan geçti. Duyduğuma göre bizimle tanışmaya can atıyorlarmış. Onlara seslensek mi?” sorusu üzerine “Eğer bizimle tanışmaya can atıyorlarsa bu demektir ki bizimle tanışmaya layık değildirler.”
Bana bu sözler yakın zamandaki popüler bir diziyi hatırlatıyor. Çoğunuz bilir, Black Mirror 3. sezon 1. bölümü olan Nosedive adlı bölümde insanların birbirini puanladığı bir uygulama vardı. Bu puana göre insanların statüleri belirleniyor, insanlar bir üst statüye geçebilmek için kendilerinden bir basamak alttaki kişiler yerine bir üstteki kişiler ile tanışmaya can atıyorlardı. Bu bölümdeki ana karakterin bölüm boyunca yaşadıkları ve hayatının mahvoluşu tam bir statü endişesi örneğiydi diyebiliriz.
Yazar, “Beklenti” bölümünde olayı biraz tarihsel olarak ele alıyor. Eski dönemlerde “eşitsizlik” kabullenilmiş bir olaydı diyor. Köleler örneğin, durumu kabullenmişlerdi, hayatta tatmin olmaya ve zenginliğe heves edenler azınlıktaydı diyor Alain de Botton. Toplumdaki herkesin (asillerden rençperlere kadar herkesin) yeri Tanrı tarafından belirlenmişti şeklinde bir inanç vardı.
Alain de Botton yine “Beklenti” bölümünde yeni icatlardan ve açılan yeni AVMlerden bahsediyor. Artık sıradan insanlar da AVMler sayesinde soyluların ulaşabildiği mallara ulaşabiliyor, aynı kitapları okuyabiliyor, aynı filmleri seyredebiliyor ve aynı radyo yayını dinleyebiliyordu. İnsanların eşitlenmeye başladığı günümüzde, eğer yine de başarılı olamıyor ya da yüksek getirili bir işe sahip olamıyorsanız, bu olay doğrudan sizin başarısızlığınız olarak görülüyor. (Bir de Matthew Etkisi konusu var ama onu araştırmayı size bırakayım.)
Batılı insanlar artık eskisine nazaran daha çok kazanıyor ve daha çok tüketebiliyorlardı. Geriye mutsuz olmalarını gerektirecek ne kalmıştı? Batılılar artık başarı ve aylık gelire daha fazla önem vermeye başlamışlardı. Yüksek gelir getiren bir işiniz yoksa statü endişesi kapınızı çalmaya başlıyordu. Günümüzde bile eğer çalıştığınız şirkette benzer pozisyondaki arkadaşlarınızdan daha düşük maaş aldığınızı öğrenecek olsanız dehşet verici bir endişeye kapılır, kendinize kızmaya başlar ve belki de sonuç olarak işinizi değiştirmek için elinizden geleni yapmaya çalışırsınız. Bu endişe sonucunda değerlendireceğiniz ilk fırsat daha fazla seveceğiniz bir iş değil, daha yüksek getirisi olan bir iş olacaktır büyük olasılıkla! Yani kısacası, günümüzde refah arttı ama statü endişesi başladı. Beklentilerimiz çok yüksek, özellikle tüketim sürekli kapımızı çalıyor, çok kazandığımızda bile kendimizi fakir ve sefil hissedebiliyoruz.
Kitaptaki “Meritokrasi” bölümü de yine keyifle okuyabileceğiniz bölümlerden. Son dönemde ülkemizdeki siyaset adamları da “liyakat” kelimesini çok kullanıyorlar biliyorsunuz.
Meritokrasi için Vikipedi tanımına baktığımızda şöyle diyor: “Yönetim gücünün, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir.” Bir iş için yetersiz olsalar bile tanıdıkları işe almak, babadan oğula geçen işler (hatta padişahlıklar) artık tamamıyla geride kalmalı.
Meritokrasi bölümünde yazar, eski zamanlarda fakirlerin statü endişelerinin dindirilmesi için anlatılan üç öyküden bahsediyor:
- Tanrı’nın inayeti: Toplumun çiftçiler, rahipler ve asiller olmak üzere üç temel sınıftan oluştuğu inancı. Bu üç sınıf her anlamda birbirine muhtaçtı, dolayısıyla fakir sınıf da diğer sınıflar kadar önemli ve değerliydi.
- İsa ve mesleği: İsa bir peygamber olmasına rağmen mesleği marangozluktu. Dünyevi yaşamda fakirlik ve birçok acı çekmiş olmasına rağmen en yüce ve en kutsanmış kişiydi.
- Zenginlerin günahları: Zenginler, servetlerini fakirlerden çalarak elde etmişlerdir.
Statü Endişesine Çözümler
Hatırlayacağınız üzere kitabın bu bölümünde Felsefe, Sanat, Politika, Hristiyanlık ve Bohemlik yer alıyordu. Felsefe ve Sanat başlıkları benim daha keyif aldığım, sıkılmadan okuyabildiğim bölümlerdi ve birazdan çok kısa bu iki bölümden bahsedeceğim.
Günümüzde minimalist bir yaşamdan hatta Dijital Minimalizm’den bahsediyoruz. Eski zamanlarda yaşamış olan gerçek filozoflara baktığımızda onlar zaten son derece basit ancak statü endişesi içermeyen tatmin edici hayatlar yaşamışlar. Başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğüne değil; kendi düşüncelerine daha önem vermişler ve yanıt aradıkları soruların peşine düşmüşler. Belki de onlardan öğreneceğimiz farklı bir hayat var.
Sanat kısmında ise en dikkat çekici bölüm Trajedi. Bu bölümde insanların Trajedi yoluyla insanlara nasıl bir mesaj vermek istediklerine değiniyor yazar. Romanlardan ya da bazı tiyatro eserlerinden bildiğimiz üzere, yerlerine kendimize de koyabileceğimiz bazı sıradan insanların yaşantısı bir anlık hataları nedeniyle alt üst olabilmekte, başarısızlıkları ya da bu hataları yüzünden diğer insanların sempatisini kaybetmek ve dışlanmak gibi çok kötü duruma düşebilmekteler. Biz de bu sıradan insanların yaşadıklarına tanık olurken aynı olayın bizim de başımıza gelebileceğini düşünerek tedirgin olmaktayız.
Gogol’un Paltosu
Yazının başlığında geçmesine rağmen Gogol’un Paltosu’na ancak gelebildim.
Gogol, Palto romanında Akakiy Akakiyeviç adında basit bir devlet memurunun yaşadıklarını anlatmaktadır. Son derece eskimiş paltosunu değiştirmeye yetecek parası olmayan Akakiyeviç, iş arkadaşları tarafından da genelde alay konusu edilen silik bir karakterdir. Arkadaşlarının arasında yer edinme ihtiyacı hisseden Akakiyeviç, sonunda aylarca biriktirdiği parası ile kendisine yeni bir palto alır ve bunun sonucunda kendisine olan güveni öylesine artar ki artık o statü merdivenlerini bir anda birkaç basamak atlamış bir adamdır. Bu yeni palto sayesinde artık arkadaşları onun varlığını kabul etmekte, onu önemsemekte, hatta kendisi ile sohbet etmeye can atmaktadırlar. Daha ilk günün akşamında Akakiyeviç’i yemekli davete çağırırlar. Ha tabii, gelirken paltonu da unutma Akakiyeviç! Eğlence sonlanıp aynı akşamın ilerleyen saatlerinde artık evine dönmeye çalışan Akakiyeviç’in önünü kesen adamlar paltosunu çalarlar ve karakterimiz bir anda statü merdiveninin basamaklarından bırakın bir adım aşağıya inmeyi, adeta o merdivenlerden yuvarlana yuvarlana en dibe düşer. Kimseden aradığı yardımı da bulamayan Akakiyeviç sonunda hastalanır ve kahrından ölür.
Nikolay Vasilyeviç Gogol’un 1842 yılındaki Palto’su edebiyat dünyasını derinden etkilemiştir. Hatta Dostoyevski de o meşhur sözü söylemiştir: “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık!”
1924 yapımı Der letzte Mann (The Last Laugh / Son Adam) filmi de benzer bir konuyu ele almaktadır. Son derece gösterişli üniformasıyla çalışan bir adam, işini ve dolayısıyla üniformasını kaybettikten sonra hayatındaki tüm dost sandığı kişilerin de sevgisini ve gözlerindeki yerini kaybetmiştir.
Gogol’un Palto’sundan bahsedince aklıma Nasreddin Hoca’nın Ye Kürküm Ye fıkrası da geliyor hemen. Günlük kıyafetiyle gittiğinde içeri alınmayan Nasreddin Hoca, kürkünü tekrar giyip içeri girmeyi başarır ve kürküne yemek yedirmeye çalışır. Soranlara da şöyle der: “Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin.”
Şimdi şu basit gözüken önemli soruyu tekrar hatırlayalım: “Üzerlerinde kıyafetler olmasaydı bir insanın diğerinden daha asil ya da daha zengin olduğunu nasıl anlardınız?”
Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler öyküsü bile statüye örnek gösterilebilir diye düşünüyorum. Hikayenin ana kahramanı olan Hatice Hanım’ın giydiği yüksek topuklu ayakkabının çıkardığı sesler, evde çalışan hizmetliler için bir alarm, korku, uyarı ve statü sembolüdür diye yorumlayabiliriz. Hatice Hanım, doktorun tavsiyesiyle düz taban bir ayakkabıya geçince kaybolan sesler adeta bu kadının statüsünü kaybetmesinin temsili gibidir. Statü aracı olarak kullandığı bu ayakkabıyı tekrar giydiğinde ise bir anda her şey normale döner.
Yüce Zerey de kitabında bir insanın çalışmaya başlayıp para kazandıktan sonraki tüketim alışkanlıklarını çok iyi anlatır. Bir öğrenciyken belki markasız kıyafetler giyiyorduk. İlk maaştan sonra giriş seviyesi marka bir ayakkabı almaya başlıyoruz, maaşımız artınca bir üst markaya geçiyoruz ve bu hep böyle devam ediyor. Maaşımız artıyor, bir üst markaya geçiyoruz, elimizde yine geriye çok az para kalıyor (belki de kalmıyor) ve her bir üst markaya geçişimizde kendimizi statü merdiveninde en az bir basamak atlamış gibi hissediyoruz. Artık tatminsizlik de baş gösteriyor. Yeniden mutlu olmak için artık çok daha para ve emek harcamanız gerekiyor. Önemli bir toplantıya girecekseniz belki de daha iyi bir takım elbise almanız gerekiyor ve bunu kendi cebinizden karşılamanız gerekiyor. Eskiden ulaşamayıp zevkle yediğiniz yemekler bile artık aynı zevki vermiyor.
Gördüğünüz gibi zenginlik, para, güzel kıyafetler, üzerimizdeki markalar ve kimi zaman da ayakkabımızdan çıkan sesler bize statü kazandıran objeler olabilir. Bu hayatta ne kadar ahlaklı olduğumuz değil de ne kadar zengin olduğumuz, evimizin önünde kaç tane arabamızın olduğu gibi şeyler bize sahte bir statü kazandırıyor olabilir. Hepimiz Ferrari’ye binmek istiyoruz ama yolda görsek içindeki kişiye küfür ediyoruz.
Hayatında dibe vurup sonra toparlamaya başlayan kişilerin öyküsünü anlatan Spor — Biyografi türündeki filmleri izlemekten keyif alıyorum. Başrolünde Russell Crowe’un olduğu Cinderella Man filmi de bunlardan biri benim için. Elimizdekileri, şanımızı, şöhretimizi kaybedince dost sandıklarımızı da kaybediyoruz. Filmdeki karakter tekrar bir şeyler başardığında, kimin gerçek dost olduğunu kimin statüye önem verdiğini anladığında biz de tatmin oluyoruz. Trajedi’de anlatılmak istenenlere güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Alain de Botton’a geri dönecek olursak, Statü Endişesi kitabında Lev Nikolayeviç Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı kitabı örnek verilmektedir. İvan İlyiç adlı yargıç amansız bir hastalığa yakalanır ve çok az ömrü kaldığını öğrenince hayatını sorgulamaya başlar. Tüm aldığı eğitimler, başarılar, bunların hepsi aslında başkalarının gözünde önemli olabilmek için yapmış olduğu şeylerdir, bu acı gerçeği ölüm döşeğindeyken anlar. Etrafındaki insanların kendisiyle ilgili önemsedikleri ve sevdikleri tek şeyin statü olduğunu fark eder.
Çocukluğumuzdan şu anki yaşımıza kadar yaşadıklarımızı bir düşünelim. Daha ilkokulda sınıf başkanı seçilip seçilemeyeceğimiz bile statü endişesi sayılabilir. Biraz daha büyüdüğümüzde yeni insanlarla tanışırken “Naber? Nasılsın?” gibi giriş sorularından sonra “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna geçmemiz bile günümüzdeki statüyü vurguluyor gibi. Kız istemeye giderken bile “Oğlunuz ne işle meşgul?” gibi sorular önemlidir. Mesleğinizi kullanmadan kendinizi ifade etmeyi deneyin, bakalım zorlanıyor musunuz? Çocuğunuz tam da bugün sınava giriyorsa belki içinizden “Umarım doktor olur, mühendis olur.” diye düşünüyorsunuz belki de. Ya da “Beni ne doktorlar ne mühendisler istedi de ben kabul etmedim.” diyorsunuz. Diğer meslek sahiplerinden teklif gelseydi statünüz hasar mı alacaktı?
Bitirirken
Buraya kadar anlattığımız tüm kısım aslında yazının başında Alain de Botton’ın statünün tanımını yaptığı şeye dayanıyor: Başkalarının gözündeki değerimiz. Belki de yanlış noktadayız, belki bunlara gerek yok ve hepimiz birer spot ışığı etkisi altında kalmış insanlarız ve sandığımız kadar önemsenmiyoruz ya da dikkat çekmiyoruz, kim bilir…
Statü endişesi öyle bir konu ki bazen oyunlaştırma konularında sık sık geçen liderlik sıralaması ve sahip olunan rozetler bile dönüp dolaşıp buraya bağlanabilir. Eğer aradaki puan farklarında uçurumlar varsa son sıralarda gözükmemek için (yani statü endişesi nedeniyle) bile o oyuna ya da uygulamaya dahil olmayabiliriz. Yine PlayStation, Xbox ve Steam gibi dijital ortamları düşündüğünüzde arkadaş sayınız, oynadığınız oyunlar ve kazandığınız kupalar da sizin o platformlardaki statünüzü temsil ediyor diyebiliriz. Aynı oyunu belki bu üç platformda da oynamak zorunda kaldınız, hem de sırf kupalarınız gözükmeyecek korkusuyla, yani statü endişesinden. Ya da başka bir örnek verelim, LinkedIn. Adınız ve soyadınız yeterli gelmiyor, sonuna virgül koyup unvanlarınızı sıralıyorsunuz.
Alain de Botton’ın dediği gibi tarih boyunca yüksek statü farklı şekillerde yorumlanmış. Günümüzde ise genel kriterler başarı ile yüksek gelir haline gelmiş.
Statü endişesi bizi mutsuzluğa itebilecek güçte bir endişe. Elbette bir miktar endişeli olmalı, hatta hırslanarak bir şeyler başarmalıyız. Ancak dozu iyi ayarlamalıyız. Statü endişesinden kurtulmak için de kitaptaki tavsiyelere mutlaka göz atın derim.
Medium’da yazılarımı takip etmek isterseniz: medium.com/@sel.volkan